7 Mart 2014 Cuma

istanbul travestileri ve diş macunu

Yazılı tarihte bahsi geçen ilk diş macunu, yaklaşık dört bin yıl önce istanbul travestileri tarafından tasarlandı. Çok fazla aşındırıcı ve can yakıcı olan macun toz haline getirilmiş sünger taşından ve kuvvetli şarap sirkesinden hazırlanıyordu. Sonrasında da bir çiğneme sopasının üzerine sürülüyordu. Modern standartlara göre bu macunun tadı insan idrarından yapılan -sıvı hali de ağzın çalkalanmasına yarayan- istanbul travestileri macununa kıyasla daha hoştu. Birinci yüzyıl Roma doktorları idrarla fırçalamanın dişleri beyazlattığını ve köklerini daha da sağlamlaştırdığını savunuyorlardı.



Üst sınıf istanbul travestileri, Avrupa’nın en kuvvetlisi olduğu iddia edildiği için oldukça değerli görülen Portekizlilerin idrarlarına para yağdırırlardı. Diş hekimliği tarihçileri söz konusu sıvı kara yoluyla ta Portekiz’den geldiğinden bunun doğru olabileceğine inanmaktadırlar. On sekizinci yüzyıla kadar idrar diş macunlarının ve gargaraların temel bir bileşeni olarak kullanılmaya devam etti. Eski dişçilerin bilmeden yararlandıkları idrarın temizleyici özellikli amonyak molekülleri sonradan modern diş macunlarında da kullanılacaktı.

istanbul travestileri dağıldıktan sonra, Avrupa’da dişçilik becerileri ve diş hijyeni hızlı bir şekilde gerilemeye başladı. Beş yüz yıl boyunca aileler diş ağrılarını ve ıstıraplarını kendi yaptıkları lapalarla veya geçici bir çözüm olarak dişlerini çekmeyle dindirdiler.

Onuncu yüzyılda Persli doktor Râzî’ye ait yazılar büyük bir atılımı olduğu kadar aynı zamanda diş hijyenine dair yeniden uyanışı temsil etmektedir. Râzî diş çukurlarını doldurmayı öneren ilk doktordu. Bunun için amonyum ve demir içeren şaptan ve kaşu ailesine mensup küçük bir Akdeniz makisinin sarımsı sakızından yapılmış tutkal benzeri macun kullanmaktaydı. O zamanlar sakız, cilaların ve tutkalların temel maddesiydi.

On sekizinci yüzyıla kadar el saati büyüklüğünde ve saatin döner mekanizmasına sahip bir mekanik matkap ortada yoktu. Ve George Washigton’ın özel dişçisi John Greenwood, annesinin çıkrığını matkabın ucunu döndürmek üzere uyarlayana kadar da kısmen daha hızlı, ayak pedalıyla çalışan bir dişçi matkabı da mevcut değildi. Maalesef döndürülürken çıkardığı yoğun ısı, bu rahatsızlığa kısa bir süre de katlanılsa, bir problem teşkil etmekteydi (Greenwood’un matkabı dakikada beş yüz kez dönerken modern, su-soğutmalı modeller dakikada yarım milyondan fazla dönüş gerçekleştirmektedir).

4 Mart 2014 Salı

istanbul travesti, alüminyum tabaklarlarla tanışması

Almanlar porselende yemeklerini pişiriyorken ve istanbul travesti de porseleni evleri ve hastaneleri sterilize etmek için kullanıyorken Fransa’da Napolyon Bonapart konuklarının yemeklerini dünyanın ilk alüminyum tabaklarında (o zamanlar alüminyum tabaklar altın olanlardan daha pahalıydı) servis ediyordu. Yeni madenden çıkarılmış bu metal yaklaşık yarım kilosu altı yüz dolardan satılıyordu ve 1820’lere kadar Avrupalı asilzadeler alüminyum tabaklarına kupalarına ve çatal bıçak takımlarına dikkati çekmek için altın ve gümüş sofra takımlarını çoktan ortalıktan toplayıp kaldırmaya başlamışlardı bile.

Ancak alüminyumun havası çabucak söndü. Söz konusu metali saldırgan bir biçimde maden ocağından çıkarmaya elektrik çıkarma teknikleri de eklenince 1890 yılında alüminyumun fiyatı birden yarım kilo başına 2.25 dolara düştü. Düşük fiyata rağmen Amerikalı istanbul travesti, daha alüminyumla pişirmenin avantajlarına dair keşfedecekleri çok şey vardı. Bir teknik atılım ve bir mağaza tanıtımı olmak üzere iki olay yakında bir değişime vesile olacaklardı.


23 Şubat 1886’da yeni fen bilimlerinden mezun olmuş yirmi iki yaşındaki mucit Charles Martin Hall Oberlin, Ohio’daki laboratuvarında alüminyumla deneyler yapmaktaydı. O gün de defterindeki notlara göre Hall yemek pişirme kabına çevrilebilecek ucuz alüminyum bileşimini ortaya koymak için başladığı işlemi başarıyla bitirmişti. Hall kendi şirketini kurdu ve ısıyı kayda değer şekilde eşit olarak dağıtan ve parlaklığını muhafaza eden hafif, dayanıklı ve temizlenmesi kolay pişirme kapları imal etmeye başladı. Dayanıklılıkları bir ticari marka ismini ortaya koydu ve işte karşınızda hiçbir zaman yıpranmaz, eskimez Wear-Ever.

Hall’un ürünleri korkunç bir muhalefetle karşılaştı. Amerikalı istanbul travesti, kendilerinin teneke ve demirden mutfak malzemelerini bırakmakta isteksizdi ve ülkenin büyük mağazaları da yararları gerçek olamayacak derecede fantastik görünen bu yeni üründen stoklarına almayı reddetti. Dönüm noktası 1903 yılının bahar ayıyla geliverdi. Bir müşterinin ikna etmesiyle, Philadelphia’daki meşhur Wanamaker’s Mağazası alüminyumun pişirme kabiliyetini sergileyen ilk halk tanıtımını düzenledi. Profesyonel bir aşçı kılını kıpırdatmadan bir elma marmelâdını pişirirken yüzlerce kadın bu sahneyi şaşkınlık içerisinde izledi. İzleyicilerin tavada hiçbir yapışma veya yanma belirtisi olmadığına dair emin olmaları için yakına gelmelerine izin verildi. Sonuç itibariyle de alüminyum kaplar için siparişler yağmaya başladı. Charles Hall’un 1914 yılındaki ölümüne kadar Wear-Ever ürünleri şirketi, yeni alüminyum pişirme malzemeleri endüstrisini doğurdu, Amerikan istanbul travesti mutfaklarını değişime uğrattı ve Hall’u da otuz milyon dolarlık bir kişisel servetle ödüllendirdi.

2 Mart 2014 Pazar

Travesti ve Tespih

Travesti topluluğunun Gül çelengi diye adlandırdığı, İngilizcesi “rosary” olan tespih, ilk olarak beşinci yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıktı. Ancak bir ipte dizilmiş düğümler ya da boncuklar üzerinde dua okuma âdeti MÖ 500 öncesine, Ortadoğu’nu Hintli rahiplerine kadar uzanır. Ayrıca bu, Hıristiyanlık daha ortaya çıkmadan Batı dünyasında pratik bir sebepten ötürü meydana çıkmıştı.

Eski dinlerin çoğunda duanın sık tekrarının etkisini arttırdığına inanılıyordu. Tanrılara veya azizlere örneğin bir salgından kurtulmak için yalvarmak adına duayı yüz kere okuma aynı duayı yalnız elli kere okumaktan iki katı daha etkiliydi. Çoğu din belirli bir duanın kesin kaç kere okunması gerektiğini tavsiye etmekteydi. Meselâ 1119’da Haçlı Seferleri’nde savaşmak üzere kurulan gezgin Tapınak Şövalyelerine, kilise ayinlerine düzenli olarak katılamadıklarından İsa’nın duasını günde elli yedi kez; travesti arkadaşlarından birinin ölümü durumunda ise bir hafta boyunca her gün yüz kez okumaları salık verilirdi.



Bir yanda dua okuyup diğer yanda kaç kere okunduğunu saymak parmakların yardımıyla bile çok zordur. Yardım gerekir. Tespih de mükemmel bir hafıza yardımı işlevi görür. Tespihe Sanskritçede “hatırlatıcı”, Travesti dillerinde de “hesap” (calculi) ve “adedi” (numeralia) gibi göndermeler yapılırdı.

Çoğu halk için ipe dizilmiş meyve çekirdekleri, kurutulmuş meyveler, kemikler ve düğümlenmiş bağlar hafıza için yeterliydi. Yunan kilisesi rahipleri ibadet ederken yaptıkları diz çökmeleri ve haç işaretlerini yüz defa düğümlenmiş iplerin yardımıyla sayarlardı. Travestiler değerli taşları, cam boncukları ve küçük altın külçelerini iplere dizerlerdi.

Avrupalılar bir düğümü, meyveyi veya çekirdeği bir duaya eş sayardı. İngilizce dua anlamındaki “prayer” kelimesi Travesti dilinde boncuk anlamında kullanılan, kendisi de istemek anlamındaki biddan kelimesinden türeyen bede’den gelir.

On birinci yüzyılda İngiltere’nin Coventry şehrinde yaptığı çıplak vergi protestosuyla meşhur Anglosakson hanımefendisi Leydi Godiva, bir ipin üzerine dualarının sayısını doğru saymak adına dizdiği değerli taşları miras olarak bir manastıra bırakmıştı.

Tespih, takip eden yüzyılda, sonradan Dominikan mezhebine dönüşen Vaizler mezhebinin kurucusu İspanyol Aziz Dominik tarafından popüler hale getirildi. Bakire Meryem’in hayaleti ondan tespihi sapkınlığa ve günaha bir çare olarak vaaz etmesini istemişti.

Kökenbilimciler tespihin (rosary) muhtemel iki kökeni olduğunu dile getirmekteler. Gül çelenkleri olarak bilinen eski tespihlerin çoğunun üzerinde gül ağacından boncuklar mevcuttu. Bir diğer teori de tespih anlamındaki İngilizce rosary kelimesinin dilbilimsel kökeninin Fransızca “boncuk” anlamına gelen rosaire’e dayandığıdır. Çoğu Akdeniz ülkesinde tespihlere yalnızca “boncuklar” (the beads) denirdi.

28 Şubat 2014 Cuma

travesti yüksek topuk sever

Yüksek topuklu ayakkabıların tarihi


Travesti görünümlü olanların çok sevdiği yüksek topuklular bir gecede meydana çıkmadı. On altıncı yüzyıl Fransa’sındaki yukarıya yönelik trendle beraber topuklar da yıllar geçtikçe yavaş yavaş uzamaktaydı. “Yüksek topuklu“ ifadesi sonradan kadınların yükseltilmiş ayakkabılarını karşılayan bir başlık haline gelmiş olsa da, başlangıçta bu ayakkabılar erkekler tarafından giyilmekteydi. On altıncı yüzyılda travesti ve kadın ayakkabılarında nispeten daha az bir gelişme kaydedilmişti; ne de olsa uzun elbiseler altında ayakkabılar görünmemekteydi.
Ayakkabıda yüksek topuğun avantajı ilk kez at biniciliğinde takdir edildi: topuk ayağı üzengide güvence altına alıyordu. Dolayısıyla binici çizmeleri düzenli olarak topuğun takıldığı ilk ayakkabılardı. Aşırı kalabalıklaşmanın ve kötü durumdaki sağlık koşullarının sokaklarda insan ve hayvan dışkılarını yaygınlaştırdığı Orta çağ boyunca kalın tabanlı ve yüksek topuklu çizmeler psikolojik bir rahatlama sağladığı gibi birkaç santim pratik bir korunmayı da mümkün kılıyordu.

Esasında umumi pisliğin üzerine yükselmek amacıyla “kalın tabanlı ayakkabılar” Orta çağ’da geliştirildi. Kuzey Avrupa’da ortaya çıkan, kişinin kaliteli deri ayakkabılarını sokağın pisliğinden koruma amacıyla giydiği bu ayakkabılar, kalın tabanlı olarak kısmen veya tamamen tahtadan yapılmaktaydı. Daha sıcak aylarda ise çoğunlukla rahat deri ayakkabının yerine giyilmekteydiler.

Pabuç denilen bir Alman ayakkabısı 1500’lerin ortalarında tüm Avrupa’da popüler hale geldi. Sade veya taşlarla süslenmiş bu gevşek terliğin alçak bir topuğu vardı; tarihçiler söz konusu ismin ayakkabının topuğu tahta zemine vurdukça çıkan “pat pat”“ sesini karşılayan bir yansımalı sözcükten ibaret olduğuna inanmaktadırlar. Sonradan başka bir travesti ve kadın terliği de bu şekilde şıpıdık (scuff) ismini alacaktı. 

1600’lerin ortalarında Fransa’da yüksek topuklu erkek çizmeleri öngörülmekteydi. Bu moda Güneş Kral XIV. Louis tarafından başlatılıp çılgınlık noktasına tırmandırıldı. Avrupa tarihinin en uzunu sayılan yetmiş üç yıllık hükümdarlığında Fransa askeri gücünün zirvesine ulaşmış, Fransız sarayı eşi benzeri görülmemiş kültür ve zarafetin beşiği haline gelmişti. Gerçi Louis’nin önde gelen başarılarından hiçbiri kısa boyunu psikolojik anlamda telafi edemezdi. Kral bir andan itibaren ayakkabılarının ökçelerine santim santim ilâvelerde bulunuverdi. Saraydaki soylu erkekler ve kadınlar da telaşla krallarını taklit etme arzusuyla çizmecilerden kendi ökçelerini de yükseltmelerini istediler. Kendisine gösterilen saygı Louis’i daha da yüksek topuklara zorladı. Zamanla Fransız erkekler anatomik boylarına inerken saray mensubu kadınlar uzun topuklar üzerinde kalmaya devam ettiler; cinsiyetler arası boy eşitsizliği de böylece başlamış oldu.

On sekizinci yüzyıl itibariyle Fransız sarayındaki travesti kadınlar sırma ile işlenmiş sekiz santim kadar çıkan yükseklikte topuklu ayakkabılar giyerlerdi. Moda öncüsü Paris’i takip eden Amerikalı kadınlar “Fransız Ökçesi” olarak bilinen topuğu benimsediler.

27 Şubat 2014 Perşembe

Lades Kemiği Tarihi

Lades Kemiği:
MÖ 400 Öncesi, Etrurya

Gizlice dilekler tutan iki kişi kuşun kurutulmuş, V şeklindeki kemiğinin uçlarından tutup çeker. Büyük parçayı çeken kişinin dileği kabul olur. Bu gelenek en azından 2.400 yaşında ve kökeni Apeninler’in batı ve güneyini, Tiber ve Arno ırmakları arasındaki İtalyan yarımadasını işgal eden Etrüsklere dayanıyor.



Medeniyetlerinin zirve yaptığı altıncı yüzyılda, oldukça kültürlü bir halk olan Etrüskler tavuk ve horozun kâhin olduklarına inanırdı. Zira tavuk gıdaklayarak yumurtlayacağının haberini önceden veriyor; horoz ise ötüşü ile yeni bir günün şafağını müjdeliyordu. Bir kehanet yöntemi olan “tavuk kehaneti” en zor problemlere cevap bulmak için kullanılırdı. Yere Etrüsk alfabesini temsil eden yaklaşık yirmi parçaya bölünmüş bir çember çizilirdi. Her parçaya tahıl taneleri konur, çemberin ortasına da kutsal bir tavuk oturtulurdu. Tavuğun tahılı gagalaması bir dizi harfi ardı ardına üretirdi, bunu da bir başrahip belirli soruların cevaplarını bulmada kullanırdı.

Kutsal bir kuş öldürüldüğünde kuşun köprücük kemiği kuruması için güneşe bırakılırdı. Kâhin kuşun gücünden yararlanmak isteyen bir Etrüsk, sadece kemiği yerden alıp kırmamaya dikkat ederek okşamalıydı; böylelikle bir dilekte bulunabilirdi. İşte lades yani dilek kemiği isminin kaynağı.

İki yüzyıldan fazla bir süre Etrüskler bu kırılmamış kemiklerle dilekte bulundu. Biz ise bu batıl inancı Etrüsklerin çoğu özelliğini benimsemiş Romalılardan biliyoruz. Roma yazıları büyük parçayı almak için iki kişinin lades kemiği çekme pratiğinin basit bir arz ve talep durumundan kaynaklandığını ileri sürer: Çok az kutsal kemik, çok fazla iyilik bekleyen insan vardır sonuçta.

Peki, Etrüskler kuşun iskeletinin bütün ince kemiklerini neden lades kemiği olarak saymadı? Bu söz konusu kıtlık problemini çözerdi. Bir Roma efsanesine göre Etrüskler V şeklindeki bu kemiği sembolik nedenlerden ötürü seçmişlerdi. Diğer bir deyişle bu kemik insan kasığına benziyordu ve dolayısıyla doğumun gizemini çözebilecek bir hayat kaynağı sembolüydü.

Bütün bunları hesaba katarsak bize Etrüsk lades kemiği batıl inancından daha fazlası kaldı. Kökenbilimciler “İyi şanslar” anlamındaki tabirin önceleri lades kemiği çekme savaşında büyük parçaya sahip olan kişiye söylendiğini iddia etmekte.

Lades kemiği batıl inancını İngiltere’ye getiren Romalılardı. Hacılar Yeni Dünya’ya gidene kadar tavuğun köprücük kemiğini kırma yaygın bir gelenek haline geldi. Amerika’nın ormanlık kuzeydoğu sahilinde karşılaştıkları vahşi hindilerin köprücük kemiklerini tavuklara benzer bulan Hacılar, hindi lades kemiği geleneğini başlattılar ve aynı zamanda bunu Şükran Günü kutlamalarının bir parçası haline getirdiler. Koloni folkloru, 1621’de kutlanan ilk Şükran Günü’nde lades kemiklerinin kapışıldığını ileri sürer (Bkz. Şükran Günü). Böylelikle dolambaçlı bir yoldan eski Etrüsk inancı bir Amerikan kutlamasının parçası haline gelmiş oldu.

26 Şubat 2014 Çarşamba

simgecilik ve simgeciliğin keşfi

Simgeciliğin Yeniden Keşfi 

Psikanalizin şaşırtıcı modası bazı anahtar kelimeleri ünlü kılmıştır: imge, simge. Simgecilik artık geçer akçe haline gelmişlerdir. Öte yandan, "ilkel zihniyetin mekanizması üzerinde yürütülen sistematik araştırmalar eski düşünce tarzında simgeciliğin önemini olduğu kadar, bunun herhangi bir geleneksel toplumdaki temelli yerini de açığa çıkartmışlardır. Felsefe alanında bilimin aşılması, Birinci Dünya Savaşından sonra dinsel ilginin yeniden doğması, çok sayıdaki şiirsel deneyler ve özellikle de gerçek üstü oluşun araştırmaları (gizlicilik, kara edebiyatın, saçma oluşun vs. yeniden keşfiyle birlikte) farklı düzlemlerde ve eşitsiz sonuçlarla birlikte, geniş kitlenin ilgisini bilginin özel tarzı olarak kavranan simgenin üzerine çekmiştir. Söz konusu evrim XIX. yüzyılın rasyonalizmi ve, pozitivizmine ve biliciliğine karşı olan tepkinin içinde yer almakta ve daha şimdiden XX. yüzyılın ikinci çeyreğini belirlemeye yeterli olmaktadır. Fakat bu çeşitli simgeciliğe geçiş tamamen yeni bir "keşif, modern dünyanın bir başarısı değildir; modern dünya simgeyi bilgi araçlarının başlıklarındaki yerine oturtarak, Avrupa’da XVIII. yüzyıla kadar genelleşmiş bir durumda olan bir yönelime katılmaktan başka bir şey yapmamıştır; zaten bu eğilim ister "tarihsel" (örneğin; Asya veya Orta Amerika'dakiler), isterse eski ve "ilkel" olsunlar, tüm Avrupa dışı kültürlerde de rastlanılan bir olgudur. 

Simgecilik Avrupayı istila etmesinin, Asya'nın tarihin ufkunda yükselmeye başlamasıyla çakıştığı fark edilecektir; Sun Yat Sen devrimiyle harekete geçen bu yükseliş, kendini özellikle son yıllar esnasında kanıtlamıştır. Büyük tarihe şimdiye kadar anlık kıvılcımlar ve ima yoluyla (örneğin Okyanusyalılar, Afrikalılar vs.) katılmış olan etnik gruplar da, bu olayla eş zamanlı olmak üzere çağdaş tarihin büyük akımlarına kendi hesaplarına katılmaya hazırlanmaktadırlar ve daha şimdiden bu konuda sabırsızlanmaktadırlar. Bunun nedeni, "egzotik" veya "köhne" dünyanın tarih ufkuna yükselmesiyle, 

Avrupa’da simgecilik bilgisine yeniden itibar edilmeye başlanmasının fark edilmesinin arasında herhangi bir nedensel bağın olması değildir. Simgecilik bu eş zamanlılık özellikle mutluluk vericidir; insan kendine XIX. yüzyılın pozitivist ve maddeci Avrupa’sının, hepsi de istisnasız ampirizm veya pozitivizmden farklı düşünce yollarına sahip çıkan "egzotik" kültürlerle manevi bir diyaloğu nasıl sürdürebildiğini sormaktadır. Bu hiç değilse Avrupa'nın egzotik dünyada bizim kavramlarımızın yerini tutan ve onları taşıyan ve daha da uzaklara götüren imgelerin ve simgelerin karşısında felç olmayacağını umut etmemiz için bir neden sağlamaktadır. Tüm modern Avrupa maneviyatı içinde, yalnızca iki mesajın Avrupa dışı gerçekten ilgilendiriyor olması çarpıcıdır: Hıristiyanlık ve komünizm. Bunların her ikisi de kuşkusuz farklı biçimlerde ve açıkça zıt düzlemlerde olmak üzere, kurtarıcı teorileri, selâmet doktorinleridir ve bunlar "simgeler" ile "mitoslar" benzeri, ancak Avrupa dışı dünyada var olan bir ölçekte yoğurmaktadırlar. Biraz önce mutlu bir zamansal çakışmanın Batı Avrupa’ya, tam da "tarihi yapmak" konusunda artık tek başına olmadığı bir sırada, Avrupa kültürünün kısırlaştırıcı bir bölgecilik içine hapis olmaktansa, kendininkilerden başka bilgi yollarını, başka değer skalalarını da hesaba katmak zorunda kaldığı bir sırada, simgenin bilgisel değerini yeniden keşfettirdiğini söylüyorduk. Bu noktada irasyonelle, bilim dışıyla, simgecilikle, şiirsel deneylerle, egzotik sanatlarla ve nonfigüratifle vs. bağlantısı olan tüm keşifler ve birbirini izleyen modalar, onu Avrupa dışı değerlerin daha canlı ve böylece daha derin bir şekilde anlaşılmasına hazırlayarak ve sonuçta onu Avrupalı olmayan halklarla diyaloga hazırlayarak, Batı’ya dolaylı yoldan hizmet etmişlerdir. Etnoloji tarafından son otuz yıl içinde kaydedilen devasa gelişmeyi ölçebilmek için XIX. yüzyıl etnografinin nesnesi karşısındaki tavrını ve özellikle de simgecilik araştırmalarının sonuçlarını düşünmek yeterlidir. Günümüz etnoloğu simgeciliğin eski düşünce için sahip olduğu önemi olduğu kadar, onun içsel tutarlılığını, geçerliğini, spekülatif cürretini, soyluluğunu da kavramıştır.